Ana içeriğe atla

Psikoloji (1) - Erich Fromm ve Sevgi Kavramı

Sevgi Nedir?

Bütün sevgi kuramlarının insan kuramıyla, insan varoluşu kuramıyla, başlaması gerekir. Hayvanlarda sevgiye, daha doğrusu sevginin yerini alan bağlılıklara bakarsak; bunların içgüdüleri gerçekleştirmeye yarayan araçlardan başka bir şey olmadığını görürüz. İnsanda gördüklerimiz de bu içgüdüsel araçların kalıntılarıdır. İnsan varlığının temelinde yatan gerçek, onun hayvanlar evreninden, içgüdüsel uyumlardan kurtulması, kopmasa da doğayı aşmasıdır. Doğanın bir parçasıdır insan. Ama kopmuştur, dönemez artık ona; doğayla insanın bir olduğu ilk durumdan çıkmıştır artık... 

Birey olsun, tüm insanlık olsun doğmakla, kesin olan içgüdüler ölçüsünde kesin olan bir durumdan, kesin olmayan belirsiz ve açık olan bir duruma atılmıştır. Yalnız geçmişte vardır kesinlik; gelecekteki tek kesin şey ise ölümdür. 

İnsan, aklıyla her şeyin üstündedir. Kendisinin bilincinde olan yaşamdır; kendisinin, öteki insanların, geçmişin, gelecekte olabileceklerin farkındadır. Kendisini ayrı bir bütün olarak görmesi, payına düşen yaşam süresinin kısalığını bilmesi, istemeden doğduğunu, istemese de öleceğini, sevdiklerinden önce öleceğini ya da sevdiklerinin onu bırakıp gideceğini düşünmesi, yalnızlığının, ayrılığının, doğanın toplumun güçleri karşısında çaresizliğinin bilincinde olması; bütün bunlar, onun ayrı, bütünlenemeyen varlığını dayanılmaz bir hapishaneye çevirir. İnsan kendisini bu hapishaneden kurtaramazsa eğer, öteki insanlarla, dış dünyayla şu ya da bu yolda tamamlayamazsa çıldırır.

Yalnızlık duygusunun bilinçte belirmesi huzursuzluk doğurur; gerçekte bütün huzursuzlukların temeli de aslında budur. Yalnız olmam, her şeyden kopmam, insanca güçlerimi kullanamam anlamına gelir. Böyle olunca da yalnızlık, çaresizlik, dünyayı nesnelerle insanları canlı olarak kavrayamamak demek oluyor. Dünyanın 'ben karşı koyamadan üstüme çullanması' demektir. Bu yüzden yalnızlık duygusu, aşırı huzursuzluk doğurur.

İnsanoğlunun karşısına her zaman aynı sorun çıkmıştır: yalnızlıktan kurtulma, birleşme; kendi kişisel yaşamının sınırlarını aşıp bütünlüğe ulaşma isteği. Mağaralarda yaşayan ilkel insan, sürümlerini güden göçebe, Mısırlı köylü, Fenikeli satıcı, Romalı asker, Ortaçağ'ın din adamı, Japon derebeyi, çağımızdaki görevli ya da fabrika işçisi için de aynı sorun söz konusudur. Sorun aynıdır, çünkü onu doğuran nedenler değişmez: Bu nedenler insanın durumu, insanın varoluş koşullarıdır. Oysa sorunun çözüm yolu değişiktir. Bu yollar hayvanlara tapma, insan kurban etme ya da askeri kuşatmalar, lükse kapılma, her şeyden el etek çekme, delicesine çalışma, sanat yoluyla yaratma, Tanrı'ya yönelme veya başka bir şeydir.

İnsanlarla kaynaşma isteği bizdeki en güçlü itkidir. En temelli tutku, insan soyunu, en ilkel topluluğu, aileyi, toplumu bir arada tutan güçtür. Bunu elde edememek, delirmek ya da yok olmak demektir. Sevgi olmasa insanoğlu bir gün bile yaşayamazdı. Ama insanlararası bir birleşmenin sağlanmasına 'sevgi' dersek, kendimizi büyük bir güçlükle karşı karşıya buluruz. Kaynaşma çeşitli yollarla sağlanabilir. Bunların hepsine 'sevgi' mi diyeceğiz öyleyse? Yoksa sevgi sözcüğünü yalnız özel bir çeşit birleşme, bütün büyük insancıl dinlerle Batı ve Doğu tarihinde son dört bin yıldaki felsefe dizgelerinin ulaşmak istediği erdem için mi saklayacağız?

Önemli olan 'sevgi' dediğimizde ne tür bir birleşmeden söz ettiğimizi bilmektir. Sevginin varolma sorununu olgun insana yaraşır bir şekilde çözüm yolu bularak mı, yoksa sadece birlikte yaşama denebilecek, olgunlaşmamış bir sevgiyle mi tanımlıyoruz?

Birlikte yaşayarak bir olmanın tersine, olgun sevgi kişinin bütünlüğünü, bireyselliğini yitirmeden birleşmesidir. Sevgi insanlarda etken bir güçtür; kişiyi öbür insanlardan ayıran, duvarları yıkan, onu bütün insanlarla birleştiren bir güçtür. Sevgi insanın ayrılık, yalnızlık duygularını yenmesine yardım eder; gene de kendisi olarak kalmasını, bütünlüğünü yitirmemesini sağlar. Sevgide iki varlığın bir olması, aynı zamanda da iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri ikilemi gerçekleşir.

Spinoza etken ve edilgen eylemlerle 'tutkular' arasında ayrım gözetir. Etkin bir eylemi yaparken kişi özgürdür, giriştiği eylemin efendisidir; edilgen bir eylemi yaparken ise kişi itilmektedir; kendinin bile farkında olmadığı bir itici gücün nesnesi durumundadır. Bu yüzden Spinoza erdemle gücün aynı olduğu sonucuna varır. Özenme, kıskançlık, hırs, türü ne olursa olsun açlık: Bütün bunlar tutkulardır; oysa sevgi zorunluluk altında değildir, yalnızca özgürlük içinde gerçekleşebilecek bir eylemdir; insanca güçlerin ortaya dökülmesidir.

Sevgi vermek midir, almak mıdır?

Sevgi, bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir: Sevgi vermektir, almak değildir.

Vermek nedir? Çok kolay görünse de bu sorunun yanıtı belirsizliklerle doludur. Bu konuda en büyük yanılma, vermenin bir şeylerden vazgeçme, ondan yoksun kalma, o şeyi bir şeyin uğruna yitirmek olarak anlaşılmasıdır. 

Kişiliği gelişmemiş, alıcılık, sömürücülük, istifçilikten öteye geçmemiş birisi, verme eylemini böyle anlar. Tüccar anlayışlı biri vermeye hazırdır; ancak bir şeyler alma karşılığında; bir şey almadan vermek onun gözünde kandırılmak demektir. Yaradılıştan yaratıcı olmayanlar, vermeyi bir yoksullaşma sayarlar. Bu yüzden bu gibi insanları çoğu vermek istemez. Bazıları da bir şeylerden vazgeçme anlamında vermeyi erdem olarak sayarlar.

Üretken bir kişilik içinse vermenin buna taban tabana karşıt bir anlamı vardır. Vermek, güçle dolu olmanın en güçlü anlatımıdır. Verme eylemi sırasında gücümü, zenginliğimi, üstünlüğümü duyarım. Bu yüceltilmiş doluluk ve canlılık yaşantısı beni coşkuyla doldurur. Kendimi taşıyor, harcıyor, yaşıyor, bu yüzden de coşku içinde yüzüyor gibi duyarım. Vermek, almaktan daha coşku vericidir; bir yoksunlaşma olmasından dolayı değil; verme eylemiyle canlılığımın ortaya dökülmesindendir bu.

Sevgi, sevgi yaratan bir güçtür; güçsüzlük sevgi yaratamamaktır. Bu düşünceyi Karl Marx çok güzel bir biçimde şöyle anlatır: '' İnsanı, insan olarak düşünün; onun evrenle olan ilişkileri de insanca olsun; o zaman sevgiye karşılık sevgi, güvene karşı güven bulursunuz. Eğer sanattan zevk almak istiyorsanız, sanattan anlayacak biçimde yetişmeniz gerekir. Sevgi uyandırmadan seviyorsanız, başka bir deyişle sevginiz o durumuyla sevgi yaratmıyorsa, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.''


İlgi, Sorumluluk, Saygı ve Bilgi
Sevginin etkinlik özelliği, verme eyleminden başka her türlü sevgide görülen belli temel öğelerde de ortaya çıkar. Bu temel öğeler ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgidir.

Sevginin ilgi yarattığı, annenin çocuğuna olan sevgisinde açıkça görülür. Hayvanlara, çiçeklere olan sevgide de durum farklı değildir.Bir kadın bize çiçekleri sevdiğini söylese, fakat onları sulamasa, çiçekleri sevdiğine inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir. Bu etkin ilginin bulunmadığı yerde sevgi bulunmaz.

İlgi ve bakım, sevginin başka bir yönünü ortaya çıkarır; bu da sorumluluktur. Günümüzde sorumluluk, bir görev ya da kişiye dışardan yüklenmiş bir şey olarak anlaşılır. Oysa gerçek anlamıyla sorumluluk, bütünüyle gönülden gelen bir davranıştır; açık olsun üstü kapalı olsun, başka birisinin gereksinmelerine verdiğimiz yanıttır. ''Sorumlu'' olmak demek, ''yanıt vermeye'' hazır olmak demektir.

Sorumluluk, sevginin üçüncü tamamlayıcısı olan saygıyla birlikte değilse çabucak zorbalığa, karşındakini kendine bağlamaya dönüşebilir. Korkmak ya da çekinmek değildir saygı; sözcüğün köküne göre insanı olduğu gibi görebilmek, onun kendine özgü bireyselliğini farkedebilmektir.

Saygı duyabilmek için bir insanı tanımak gerekir, bilginin önderliği olmaksızın ilgi ve sorumluluk körü körüne olur. İlgiyle kazanılmamışsa bilgi de boştur. Bilginin sevgi sorunuyla daha derin bir ilişkisi daha vardır. Yalnızlığının hapishanesinden çıkıp başka birisiyle kaynaşmak için duyulan temel gereksinme, insana özgü başka bir istekle, insanın ne olduğunu öğrenme isteğiyle de çok yakından ilgilidir. Biyolojik yönleriyle yaşam bir mucize, bir giz olmaya devam ederken, insan da onu insan yapan yönleriyle, kendisi ve öbür insanlar için bir giz olarak kalır. Kendimizi tanırız; ama bütün çabalarımıza karşın gene de pek tanıyamıyoruzdur. Öbür insanları da tanıdığımız kadar tanımayız da; çünkü nesne değilizdir ve karşımızdaki kişi de bir nesne değildir. Gene de insan ruhunun gizine ermeyi, 'o' dediğimiz en iç öze varmayı istemekten kendimizi alamayız.

İlgi, sorumluluk, saygı ve bilgi birbirlerine bağlıdır.  Şüphesiz ki olgun bir kimsede birarada bulunması gereken davranışlardır bunlar. Başka deyişle kendi güçlerini yaratıcı duruma getiren, yalnız emek verdiği şeyleri isteyen, her şeyi bilme, her şeyi yapabilmek gibi narsist amaçlar peşinde koşmayan, yalnızca gerçekten yaratıcı olmanın verdiği iç güvenden doğan bir alçakgönüllülüğe ermiş insanda bulunması gereken özelliklerdir.


''Gündüzle gece dıştan bakıldığında düşman gibi görünürler; oysa ikisi de bir tek amaca yönelmiştir. Ortak işlerini yüceltmek için sevgiyle bağlıdırlar birbirlerine. Gece olmasa, insanoğlunun bedeni hiçbir birikim sağlayamaz, bu yüzden de gündüz harcayacak bir şey bulamazdı.''

-Ozan Rumi





Kaynakça:
Sevme Sanatı, E.Fromm
Kendini Savunan İnsan, E. Fromm
Ethics, Spinoza
Özgürlükten Kaçış, E. Fromm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felsefe(6) - İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür?

İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür? İnsanın düşünce gücü bu soruya ulaştığında, insanlık için henüz çok erken sayılabilecek bir zamandı. İnsanlık, bundan yüzyıllar öncesinde insan doğası üzerine düşünmeye başlamış ve insan zihninde bazı sorular belirmişti: İnsan doğası kavramı gerçekten var mıydı? Varsa eğer neydi bu insan doğası? İyi dediğimiz neydi; kötü dediğimiz neydi? Bunları kim belirlemişti ya da nasıl belirlemişti? Tüm bu sorulara verilen cevaplar; biz insan doğası üzerine düşünmeye başladığımızdan itibaren sürekli olarak değişti ve bununla beraber düşüncelerimiz de zamanla uyum içerisine girdi. Tarihsel süreç içinde filozoflar, bilim insanları ve psikanalistler başta olmak üzere birçok düşünür bu konu hakkında temel olmuş bazı fikirler ortaya attılar. Unutmayalım ki; bu soru, iyi ve kötü kavramlarına bağlanacağı ve ahlak kurallarımız da zamanla değişmek zorunda olduğu için, ahlak felsefesi ve insan doğası hakkında, ahlak felsefesi temelinden başlayıp günümüze kadar

Felsefe (7) - Sokrates ve Etik Felsefesi

Sokrates ve Etik Felsefesi Sokrates insanları 'ruhlarına özen göstermeye' çağırırken, onların ruhlarına gerekli özeni göstermediklerini düşünmüş ve bu yolda gerekli olan özbilinçten yoksun olduklarını söylemiştir. Bu sözleri, yüksek oranla Atinalı çevresinin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Sokrates için söz konusu olan önemli ve değerli şeyler, Atinalıların peşinden koştukları şeylerle aynı değildir. Onun etiği; Atinalıları mevcut yaşamlarından ve değerlerinden uzaklaştırmaya, gerçek ve yeni değerler oluşturmaya yönelik -sonunda kendi hayatına mal olacak kadar büyük- bir teşebbüstür. Onun gözünde insan, bir beden ve bir ruhtan meydana gelen, bir maddi bir de manevi boyutu bulunan, bileşik bir varlık olup, bunlardan insanın varlığına karşılık gelen, onu her ne ise o yapan etken ise ruhtur. Ölümsüz olan ruh karşısında, beden sadece bir araçtır. İnsanı ortaya getiren bu iki ayrı bileşen, Sokrates'e göre, iki ayrı değer türünün ortaya çıkışına sebep olur. Gerçekten var

Felsefe (1) - Platon ve Mağara Alegorisi

Şüphesiz ki Platon günümüze kadar gelmiş geçmiş en önemli filozoflardandır. Toplum ve devlet düzenini eleştirdiği ‘’Devlet ‘’ adlı kitabının 7. Bölümünde Mağara benzetmesiyle toplumu eleştirmiştir.Tabii bu benzetmesi günümüzde de hala geçerlidir ve birçok alanda toplumu aydınlatmaya ve yol göstermeye devam etmektedir. Biz de ‘’topluma eğitimin etkisini ve doğamızın eksikliğini’’ bu alegoriyle anlatmaya çalışacağız... Şimdi mağaranın içinde tutsak,mağaraya zincirlenmiş, dış dünyadan habersiz ve nerde olduğunu göremeyen bir insan topluluğu hayal edelim. Aynı zamanda içerde doğal ışık yoktur,duvarları rutubetli ve oldukça karanlıktır. Bu insanların görebildikleri şey sadece mağaranın duvarları ve dışarıdan yansıyan gölgelerdir. Mağaranın içindeki insanlar, dış dünyadan yansıyan gölgelerin( hayvan, insan,bitki vb.) oldukça büyüleyici olduğunu düşünürler ve doğal olarak bundan   etkilenirler. Gölgelere kendilerini o kadar kaptırırlar ki gerçek olduklarını düşünmeye başlarlar. Eğer bun