Ana içeriğe atla

Felsefe (8) - Foucault: Hapishane ve Okul ilişkisi



Dört duvar, kapalı bir alan, sürekli bir izlenim, yoklama kağıtları ve güvenlik görevlileri… Tüm bunların hepsi, hapishaneyi bir okulla benzer kılmaktadır. Temelinde ise, ‘otoriter’ bir fikir yatmaktadır. İlkçağdan itibaren insan toplulukları, kendilerini yönetecek ve sınırları çizerek, liderlik edecek bir insana ya da güce ihtiyaç duymuşlardır. Bu güç, kimi zaman Eski Mısır’da olduğu gibi bir tanrı, kimi zaman feodal dönemlerde olduğu gibi ‘tek bir kişi’;  kimi zaman ise modern toplumlarda gördüğümüz şekliyle ‘devlet’ olmuştur. İktidar tüm çağlarda varlığını sürdürmüştür, sürdürmeye devam edecektir. İşin tuhaf yanı ise, hapishanedeki iktidarın, okuldaki iktidardan pek bir farkının olmamasıdır aslında. Bu yazıda da öncelikle hapishanedeki iktidar kavramını inceleyip, daha sonra hapishane ve okul ile ilişkisi üzerinden eğitime olan etkisine Foucault’nun bakış açısıyla birlikte değineceğim.

Gözün İktidarı

18. yüzyıldan itibaren imparatorluklar, otoriter kontrol sistemlerini sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. Bunun üzerine 1785 yılında kendisi bir mimar olan Samuel Bentham’dan bir yapı tasarlanması istenir. Samuel Bentham, kardeşi Jeremy ile birlikte bir bina tasarlar, bu yapının ismi ise ‘Panoptikon’ olarak anılır. Panoptikon kelimesi, ‘bütünü gözetlemek’ anlamına gelir. Jeremy Bentham, 1787 yılında Beyaz Rusya’daki Crecheff’teki Rus komutan arkadaşına yazdığı mektuplarda yapının temelinde yatan düşünceden şu şekilde söz eder:

 ‘’Tasarımı yapılan Panoptikon’da en önemli temel ihtiyaç karşılayan yan, çok sayıda insanın gözetim altında tutulmasının amaçlandığı binalar marifetiyle, çevrelenemeyecek ya da denetlenemeyecek kadar geniş mekâna sahip olmayan, istisnasız bütün kurumlara uygulanabilir olduğu kabul edilecektir.’’


Bentham’ın tasarımının temel ilkesi, otoriter kontrol sistemini güçlendirecek şekilde geliştirilmiş geniş kitleleri izleme imkanıdır. Panoptikon tasarımı, iktidarın baskın olduğu herhangi bir mekanda rahatlıkla kullanılabilir ve otoriteyi sağlamak adına oldukça fayda sağlayabilir. Bentham’a göre ise planın özünde yatan önemli bir şey vardır: ‘’Görünmeden gözetleme’’. Sürekli olarak bir kişi veya otorite tarafından izlenmese de gözetilen kişilere sürekli olarak gözetilme hissi empoze edilerek, otoritenin istediği şekilde bir yönetim sağlanabilir.

Bina yukarıdaki resimde görüldüğü gibi gözetleyicinin merkeziliğini sağlayabilmek adına yuvarlak bir yapıda tasarlanmıştır. Yuvarlak yapı dışa ve içe bakan pencereleri bulundurmaktadır. Yuvarlak yapının ana binasında hücreler yer almaktadır. Bu hücreler iç alanda bir boş meydana, arenaya bakacaktır. Bu meydanın ortasında ise gözetleyicinin kulesi bulunacaktır. Birbirinden bağımsız hale getirilen hücreler, birbirleriyle iletişim kurulamaz şekilde tasarlanırken hücre içerisinde bireylerin yalnızlaştırılarak direniş göstermemeleri amaçlanır. Bu tasarıma göre; pencereden bakan mahkumlar, kuleyi göremezler ve bu sayede sürekli bir gözetim hissine kapılırlar. Gözetleyici kuleden ise mahkumlar net bir şekilde izlenebilmektedir. Bu durum ise günümüzdeki iktidarın görünemezliği üzerine bir örnek oluşturabilir.
Foucault, iktidarı tanımlarken panoptikon’u bir metafor olarak kullanır ve gözün iktidarından bahseder. Temelde anlatmaya çalıştığı şey; 20. Yüzyılda yeni yeni ortaya çıkmış olan dünya siyasi sistemlerinde, para merkeziliğin yanında artık iktidarların halk odaklılığının yerine, halkın iktidar odaklılığının yerleştirilmesidir.  Foucault bu durumu şöyle açıklamıştır:

“Feodal tipteki bir toplumda siyasi iktidar esas olarak yoksulların senyöre ve zaten zengin insanlara vergi ödediği, aynı zamanda onlar için askerlik hizmeti yaptığı bir iktidardı.Fakat kişilerin ne yaptığıyla hiç ilgilenilmiyordu, siyasi iktidar buna, sonuç itibarıyla, ilgisizdi. Bir senyörün gözünde varolan şey, toprak, köyü, köyünde oturanlardı, ailelerdi, fakat bireyler, somut olarak, iktidarın gözüne gözükmüyordu. Bir an geldi ki, herkesin iktidarın gözü tarafından fiilen algılanması gerekli oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunda yaygınlaştırılmış, mümkün olduğunca verimli bir üretimle birlikte; işbölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi gerekli oldu...”

Artık tek kişilik ve yüzünü sürekli gördüğümüz bir kral iktidarı yerine, bilinmeyen stratejilerin uygulandığı göstere göstere cezalar yerine, insanların iktidarın yaptığı gözlem empoziasyonu nedeniyle kendi kendini kontrol ettiği görünmez bir iktidar vardır. İktidar biçim değiştirmiştir. İktidar artık tamamen farklı bir otorite yöntemi kullanmaktadır, bu bir kişinin iktidarı değil ’Gözün İktidarı’dır.

Hapishane ve Okul İlişkisi

Yukarıda anlatıldığı üzere otorite, hapishanelerde en üst düzeydedir ve mahkumlar sürekli bir gözetim altındadır. Fakat işin ilginç yanı, hapishanede kendisini gösteren otorite, insanların eğitim almak için gittiği okullarda da pek tabii mevcuttur. Aslında ikisinin de temelinde yatan şey bir zorunluluk kaynaklı olmasıdır ve otorite büyük bir güç sahibidir. Katı kurallar, hapishanede olduğu gibi okulda da bireylere hareket alanı sağlamamaktadır. Bu durum ise; yaratıcılığın gelişmesini şüphesiz ki kısıtlamaktadır. Özellikle, otoriteye karşı gelmek veya otoritenin gözetimi altından çıkmak, ikisinde de büyük bir suç olarak görülür. Bu durumda ise geriye sadece kısıtlı bir özgürlük alanı kalır. Bu alanda ise, öğrencilerin zorunlu tutulduğu bilgiye sürekli olarak istek duyması beklenir.

Foucault, bilginin zevkle olan derin ilişkisini vurgulamıştır. Bilmek insana büyük bir haz verir, tıpkı seks gibi bilgiyi de erotize ederek yaymak mümkündür. Ancak bu şekilde, zorunluluklarımız ortadan kalkar ve üstümüzde bir mecburiyet hissi taşımayız. Eğer bilgiye karşı bir haz duymuyorsak ve okul bizde bunu yaratmıyorsa hapishaneden bir farkı kalmaz. Yoksa toplumumuz bilginin mutsuz bir şey olduğunu neden bu kadar göstermek istesin? Belki de bilgiden mahkum bırakılan insanların sayısından dolayıdır, diyor Foucault.

İnsanlar bilgiye karşı tıpkı sekse duydukları gibi bir haz duysaydı okulların kapısına dayanacak insan sayısını düşünebiliyor musunuz? Eğer bilgiye erişimi belirli bir sayıda insanla sınırlamak isterseniz bu şekilde bilgiyi ürkütücü bir şekle sokarsınız. İnsanlar ise bilgi edinmeye sadece ek toplumsal mükafatlar kazanmak için zorlanır. Ek mükafatlar ise; rekabet, yüksek maaş şansı ve tabii ki diplomadır. Foucault’ya göre diploma sadece bilgiye ticari bir değer kazandırma işine yarar. Ayrıca diploması olmayanları, kendilerinin bilme hakkı ya da buna yönelik yetenekleri olmadığına inandırma işini görür. Diploması olan herkes, bunun bir işe yaramadığını bilir. Diploma, asıl olarak diploması olmayanlar için anlamlıdır. Ve Foucault’ya göre diploma, diplomasızlara yönelik ortaya çıkmıştır. Foucault’dan anladığımız şey şudur: İnsanlar okula ne bir diploma ne de bir toplumsal mükafat için gitmelidir.

‘Okullar aslında birer hapishane midir?’ sorumuzun cevabı ise okula ve kişiye göre değişmektedir. Foucault’ya göre kişi bilgiye karşı derin bir haz duymalı ve okula mutlu bir şekilde gitmelidir. Ancak bu şekilde, sağlıklı bir öğrenim aşaması gerçekleşmiş olacaktır. Bunun gerçekleşmesi için ise; otorite tarafından koyulan katı kuralların, sürekli gözetim altında olma hissinin ve okula karşı duyulan zorunlulukların ortadan kalkması gerekmektedir, yoksa bu şartlar altında gittiğimiz okulun bir hapishaneden farkı yoktur.



''Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra, hapishanedir.''
 Malcolm X





















Kaynakça:
Michel Foucault, İktidarın Gözü ,İmge Kitabevi, İstanbul, 1992
Foucault, Okul Hakkında Röportaj, 2017
Özdel, Gizem. "Foucault Bağlamında İktidarın Görünmezliği ve ‘’Panoptikon’’ile‘’İktidarın Gözü’’Göstergeleri." The Turkish Online Journal of Design Art and Communication 2.1 (2012): 22-29.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felsefe(6) - İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür?

İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür? İnsanın düşünce gücü bu soruya ulaştığında, insanlık için henüz çok erken sayılabilecek bir zamandı. İnsanlık, bundan yüzyıllar öncesinde insan doğası üzerine düşünmeye başlamış ve insan zihninde bazı sorular belirmişti: İnsan doğası kavramı gerçekten var mıydı? Varsa eğer neydi bu insan doğası? İyi dediğimiz neydi; kötü dediğimiz neydi? Bunları kim belirlemişti ya da nasıl belirlemişti? Tüm bu sorulara verilen cevaplar; biz insan doğası üzerine düşünmeye başladığımızdan itibaren sürekli olarak değişti ve bununla beraber düşüncelerimiz de zamanla uyum içerisine girdi. Tarihsel süreç içinde filozoflar, bilim insanları ve psikanalistler başta olmak üzere birçok düşünür bu konu hakkında temel olmuş bazı fikirler ortaya attılar. Unutmayalım ki; bu soru, iyi ve kötü kavramlarına bağlanacağı ve ahlak kurallarımız da zamanla değişmek zorunda olduğu için, ahlak felsefesi ve insan doğası hakkında, ahlak felsefesi temelinden başlayıp günümüze kadar

Felsefe (7) - Sokrates ve Etik Felsefesi

Sokrates ve Etik Felsefesi Sokrates insanları 'ruhlarına özen göstermeye' çağırırken, onların ruhlarına gerekli özeni göstermediklerini düşünmüş ve bu yolda gerekli olan özbilinçten yoksun olduklarını söylemiştir. Bu sözleri, yüksek oranla Atinalı çevresinin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Sokrates için söz konusu olan önemli ve değerli şeyler, Atinalıların peşinden koştukları şeylerle aynı değildir. Onun etiği; Atinalıları mevcut yaşamlarından ve değerlerinden uzaklaştırmaya, gerçek ve yeni değerler oluşturmaya yönelik -sonunda kendi hayatına mal olacak kadar büyük- bir teşebbüstür. Onun gözünde insan, bir beden ve bir ruhtan meydana gelen, bir maddi bir de manevi boyutu bulunan, bileşik bir varlık olup, bunlardan insanın varlığına karşılık gelen, onu her ne ise o yapan etken ise ruhtur. Ölümsüz olan ruh karşısında, beden sadece bir araçtır. İnsanı ortaya getiren bu iki ayrı bileşen, Sokrates'e göre, iki ayrı değer türünün ortaya çıkışına sebep olur. Gerçekten var

Felsefe (1) - Platon ve Mağara Alegorisi

Şüphesiz ki Platon günümüze kadar gelmiş geçmiş en önemli filozoflardandır. Toplum ve devlet düzenini eleştirdiği ‘’Devlet ‘’ adlı kitabının 7. Bölümünde Mağara benzetmesiyle toplumu eleştirmiştir.Tabii bu benzetmesi günümüzde de hala geçerlidir ve birçok alanda toplumu aydınlatmaya ve yol göstermeye devam etmektedir. Biz de ‘’topluma eğitimin etkisini ve doğamızın eksikliğini’’ bu alegoriyle anlatmaya çalışacağız... Şimdi mağaranın içinde tutsak,mağaraya zincirlenmiş, dış dünyadan habersiz ve nerde olduğunu göremeyen bir insan topluluğu hayal edelim. Aynı zamanda içerde doğal ışık yoktur,duvarları rutubetli ve oldukça karanlıktır. Bu insanların görebildikleri şey sadece mağaranın duvarları ve dışarıdan yansıyan gölgelerdir. Mağaranın içindeki insanlar, dış dünyadan yansıyan gölgelerin( hayvan, insan,bitki vb.) oldukça büyüleyici olduğunu düşünürler ve doğal olarak bundan   etkilenirler. Gölgelere kendilerini o kadar kaptırırlar ki gerçek olduklarını düşünmeye başlarlar. Eğer bun