Ana içeriğe atla

Edebiyat (7) - Ernest Hemingway’e göre iyi bir yazar nasıl olmalıdır?



Ernest Hemingway’e göre iyi bir yazar nasıl olmalıdır?

Ernest Hemingway, şüphesiz ki sıradışı bir yazardı. Onu farklı kılan şey; yaşamış olduğu hayatın oldukça sıradışı olmasının dışında kendisinin hayata karşı bakışı da bir o kadar şahsına özeldi. Gerçek bir bilgeliğin peşindeki yaşama arzusu, keskin zekası ve geniş mizahı ile yazarlığını da eşsiz kılmayı başarmıştır. Onun, yazarlık ve yazma eylemi üzerindeki fikirleri ise, birçok nesile belki de kılavuzluk edebilecek nitelikte olmuştur. Yazmaya karşı duyduğu derin haz, bu konu hakkındaki görüşlerinde de açıkça kendisini göstermektedir. Şüphesiz ki; Ernest Hemingway’in sıradışı yazarlığı dışında, ‘edebiyat ve yazma’ ve ‘bir yazar nelere sahip olmalı’ konusu üzerine yazmış oldukları mektuplar ve çeşitli yazılar da, yazar olmak isteyen ardıllarına büyük bir miras olarak kalmıştır.

‘’Noktayı koymadan önce, tüm dünyanın -ya da gördüğüm kadarının- bir resmini yapmaya çalışıyorum. İnce ince yaymaktansa daima özüne inmeye çalışıyorum.’’
Mrs. Paul Pfeiffer'a, 1933

Hemingway burada görsel zekanın önemine vurgu yapmıştır. Görebildiklerini betimleme yeteneğinin, yazara yeni bir boyut kazandırması muhtemeldir. Öncelikle resmi zihnimizde oluşturmalı, sonrasında ise büyük bir özveriyle yazıya geçirmemiz gerektiğine dair ilk ipuçlarını veriyor. Hemingway; bir yazarın, özellikle bir resimde daha derine inmesi gerektiğini vurguluyor.

‘’Gerçekten iyi bir yazını kaç kez okursanız okuyun nasıl yaratıldığını anlayamazsınız. Çünkü tüm muhteşem yazınlarda bir gizem vardır ve bu gizem açıklanmaz. Süreklidir ve her zaman geçerlidir. Her okuduğunuzda yeni bir şey görür veya öğrenirsiniz.’’
Harvey Breit'a, 1952

Gizem yaratmak, bir romanın belki de en zor ve yetenek isteyen kısmı olabilir. Böylesine derinlik sahibi bir gizemi romanın içierisinde yaratmak, oldukça zordur. Fakat bir yazının, iyi olmasını sağlayan ve diğer yazınlardan ayrı tutan da yazarın yaratmış olduğu, bu gizem duygusudur. Okuyucularda, çok farklı etkilere sebep olan eserlerin, ortak özelliklerinden birisi de yazarın oluşturmuş olduğu ve ‘tek bir noktada’ çözülemeyen gizemidir. Bu gizem yazar tarafından güzel bir şekilde oluşturulmalı ve aceleye gelmemelidir.

‘’Dostoyevski'yi Dostoyevski yapan, Sibirya'ya gönderilmesiydi. Kılıcın ateşte dövülmesi gibi, yazarlar da adaletsizliğin içinde dövülürler.’’
Afrika'nın Yeşil Tepeleri, s.71

Elbette Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan, sadece Sibirya’ya gönderilmiş olması değildi…Zaten Dostoyevski gibi büyük bir yazarı oluşturan tek bir konu da olamazdı. Hemingway’in, Dostoyevski üzerinden anlatmak istediği şey; bir yazarın hayatında uğramış olduğu adaletsizliklerin yazımını güçlendirdiğidir. Baktığımızda Nazım Hikmet örneği de mevcuttur; yakın bir şekilde görmüş olduğumuz üzere.  Büyük yazarlar, yaşamlarında uğradıkları adaletsizliği, yazınlarına yansıtarak eşsiz romanlar ortaya çıkarmakta ustadırlar. Dostoyevski romanları ise;  adaletsizliği anlatan bu türde romanların başında gelir.



‘’Bugüne kadar elde ettiğim hangi başarı varsa, hakkında bilgi sahibi olduğum şeyleri yazmam sayesinde olmuştur.’’
Maxwell Perkins'e, 1928

Hemingway, burada iki noktaya dikkat çekiyor. İlk olarak bir yazarın, bilgili olmasını gerektiği konusunu ele alıyor. Bir yazar elbette ki, birçok konuda bilgi sahibi olmalıydı ve bu onun, yazım kalitesini de doğrudan etkileyen bir unsurdu. Diğer bir taraftan ise, yazarlara, her konuda yazmaları gerekmediğini; yalnızca bilgi sahibi oldukları konular hakkında yazmaları gerektiğini ve ancak bu şekilde süreklilik sağlayan bir başarıya ulaşılabileceğini söylüyor.

‘’Fare: Bir yazar kendini nasıl eğitebilir?

M.A.: Bugün neler olup bittiğine dikkat et. Eğer bahsedeceğin şey bir balıksa diğerlerinin de tam olarak ne yaptığına bak. Balığın sıçrayışından bir heyecan duyarsan sana bu duyguyu yaşatan hareketin ne olduğunu kesin bir şekilde görene kadar geri giderek anımsa. Ister olta ipinin sudan çıkışı ve üzerinden sular damlamayana dek bir keman yayı gibi gerilmesi olsun, ister balığın zıpladığında çarpıp su sıçratışı. Etraftaki sesleri ve söylenenleri anımsa. Sana o duyguyu verenin, o heyecanı hissettiren hareketin ne olduğunu bul. Sonra bunu net bir anlatımla yaz ki okuyucu da görüp seninle aynı duyguları hissedebilsin. Bu bir ısınma egzersizidir.’’

 Hemingway, burada yine oldukça önemli bir konuya değiniyor: Yazarların, yazınlarında duygu aktarımı konusu. Bir yazar, özellikle romanlarında, karakterlerin ne şekilde duygularını aktarması gerektiğini, betimlenen olayların duygusal yönden bireylerde ve toplumda sürekli bir hareketlilik sağlaması gerektiğini bilmelidir. Ancak bu şekilde, okuyucularda derin bir his uyandırır ve gerçek bir etkiye sahip olabilir. Bir yazar ‘yaşanılmış olan’ üzerine yoğunlaşmalı ve günlük hayatındaki olayların kendisinde uyandırdığı duyguyu; sürekli olarak keşfetme yolunda olmalıdır, ve tabii bu duygularını yazıya dökerek de bu aktarım yolunda tecrübeler kazanmalıdır. Hemingway’e göre; bu şekilde bir egzersiz ise, yazarların yazınlarını, duygusal yönden daha etkili bir şekilde okuyucuyla buluşturma yolunda önemli bir adım olacaktır.



‘’M.A.: Şimdiyi dinle. İnsanlar konuşurken onları tamamıyla dinle. Kendi söyleyeceklerini düşünme. Coğu insan asla dinlemez. Gözlem de yapmaz. Sen,bir odaya girip o odadan çıktığında orada gördüğün her şeyi bilebilmelisin, sadece o kadar da değil. Oda sende herhangi bir his uyandırdıysa sana bu hissi verenin ne olduğunu da tam olarak bilmelisin. Bunu pratik yapmak için uygula. Şehirdeyken tiyatro binasının önünde dur ve insanların taksiden ya da arabadan inişleri arasında nasıl farklar olduğunu gözlemle. Pratik yapmanın binlerce yolu var. Ve her zaman başka insanları düşün.’’
By-Line: Ernest Hemingway, s.219-220

Daha önceden duygu aktarımının öneminden bahsetmiştik, şimdi ise Hemingway bir o kadar önemli bir konuya ve aslında bir soruna değiniyor. Bir yazar, her ne kadar toplumda böyle bir alışkanlık olmamış olsa da, öncelikle iyi bir dinleyici olmalıdır. Başkalarının hayatına merak duymalı, duymuş olduğu bu merakı sağlıklı iletişimler kurarak beslemeye çalışmalıdır ve en önemlisi de; bu merakını ve dinleme arzusunu kendi konuşma isteğinden ön planda tutmalıdır. Hemingway, iyi bir dinleyici olmanın, bir yazar olma yolunda önemli bir paya sahip olduğunu savunmuştur.

‘’Her şeyin yok oluşunu gördük ve yine göreceğiz. Önemli olan dayanmak ve yaptığın iși tamamlamak, görmek, duymak, öğrenmek ve anlamak; ve bildiğin bir şey olduğunda yazmak; öncesinde ya da çok geç olduğunda değil. Eğer dünyayı açık bir şekilde ve bir bütün olarak görebiliyorsan, onu kurtarmaya çalışanları bırak. O zaman yarattığın her parça, eğer içtenlikle yaratılmışsa bütünü temsil edecektir. Yapılması gereken şey çalışmak ve bunun nasıl yapılacağını öğrenmek.’’

Hemingway’e göre disiplin, bir yazarın mutlaka sahip olması gereken bir yetidir. Bir yazına başlamak ne kadar zorsa, onu tamamlamak da disiplin sahibi olmayan bir yazar için imkansızdır. Diğer bir taraftan, bir yazar, yazdıklarının sonucunda başa dönüp tekrar tekrar okumalı ve daha iyi bir noktaya ulaşmak için çalışmaktan bıkmamalıdır. Çevresindekileri anlamaya, görme yetisini geliştirmeye, verimli bir şekilde dinlemeye ve özgün eserler yaratmaya karşı sürekli bir çaba içerisinde olmalıdır. En büyük çabasını ise tüm bunları deneyimleyip, öğrenmek için gerçekleştirmelidir. Hemingway’e göre ancak bu şekilde iyi bir yazar olunabilirdi…



Son sözü ise, yine Ernest Hemingway’e bırakmakta oldukça fayda var. Kendisi sadece romanlarında kaliteli betimlemeler oluşturmakla kalmamış, bu yeteneğini, yazma üzerine görüşlerini ifade eden mektup ve anektodlarında da göstererek kendine has bir şekilde anlatmayı başarmıştır. İyi bir roman yazmak için Hemingway’in saydıklarına uymak ne kadar gerekir bilemiyorum ama iyi bir yazar olma konusunda Hemingway’in görüşlerine katılmadan edemiyorum.

‘’Bir yazar roman yazarken yaşayan insanlar yaratmalıdır; insanlar, karakterler değil. Bir karakter bir karikatürdür. Eğer yazar insanları canlı hale getirebilirse kitabında belki de öyle pek de muhteşem karakterler yer almaz ancak kitap bir bütün, bir varlık, bir roman olarak yerini koruyacaktır. Yazarın yarattığı insanlar gerçekte eski ustalardan, müzikten, modern resimden, edebiyattan ya da bilimden bahsediyorsa romanda da aynı konulardan konuşmalıdır. Eğer gerçek hayatta bunlardan konuşmuyorlar da yazar onları bu konularda konuşturuyorsa o yazar bir sahtekârdır ve eğer bunlardan bahsetme sebebi kendisinin bu alanlarda ne kadar bilgili olduğunu göstermekse gösteriş yapıyor demektir. Ne kadar iyi bir ifade ya da benzetme bulmuş olursa olsun eğer bunu tamamıyla gerekli ve yeri doldurulamaz bir şekilde kullanmıyorsa eserini kendini beğenmişliği yüzünden mahvetmiş olur. Nesir mimaridir, iç dekorasyon değil ve Barok da sona ermiştir. Bir yazarın, düşük fiyata dergilere makale olarak satabileceği kendine ait derin, entelektüel düşünceleri, roman kişileri olarak basıldığında daha çok kazanç getiren ve yapay bir kurgunun ürünü olan karakterlerin ağzından duyurması ekonomik kazanç olabilir am edebiyat olmaz. Bir romandaki insanlar -ustalıkla inşa edilmiş karakterler değil- yazarın özümsenmiş deneyimlerinden, bilgisinden, beyninden, kalbinden ve ona ilişkin her şeyden çıkıp gelmelidir. Eğer ciddiyeti kadar şansı da varsa ve onları bütünüyle dışa çıkarırsa tek bir boyuttan fazlasına sahip olur ve uzun süre yaşarlar.’’

Death in the Afternoon, s.191
















Kaynakça: Yazma Üzerine, Ernest Hemingway, Derleyen: Larry W. Philips



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felsefe(6) - İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür?

İnsan doğası gereği iyi midir, kötü müdür? İnsanın düşünce gücü bu soruya ulaştığında, insanlık için henüz çok erken sayılabilecek bir zamandı. İnsanlık, bundan yüzyıllar öncesinde insan doğası üzerine düşünmeye başlamış ve insan zihninde bazı sorular belirmişti: İnsan doğası kavramı gerçekten var mıydı? Varsa eğer neydi bu insan doğası? İyi dediğimiz neydi; kötü dediğimiz neydi? Bunları kim belirlemişti ya da nasıl belirlemişti? Tüm bu sorulara verilen cevaplar; biz insan doğası üzerine düşünmeye başladığımızdan itibaren sürekli olarak değişti ve bununla beraber düşüncelerimiz de zamanla uyum içerisine girdi. Tarihsel süreç içinde filozoflar, bilim insanları ve psikanalistler başta olmak üzere birçok düşünür bu konu hakkında temel olmuş bazı fikirler ortaya attılar. Unutmayalım ki; bu soru, iyi ve kötü kavramlarına bağlanacağı ve ahlak kurallarımız da zamanla değişmek zorunda olduğu için, ahlak felsefesi ve insan doğası hakkında, ahlak felsefesi temelinden başlayıp günümüze kadar

Felsefe (7) - Sokrates ve Etik Felsefesi

Sokrates ve Etik Felsefesi Sokrates insanları 'ruhlarına özen göstermeye' çağırırken, onların ruhlarına gerekli özeni göstermediklerini düşünmüş ve bu yolda gerekli olan özbilinçten yoksun olduklarını söylemiştir. Bu sözleri, yüksek oranla Atinalı çevresinin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Sokrates için söz konusu olan önemli ve değerli şeyler, Atinalıların peşinden koştukları şeylerle aynı değildir. Onun etiği; Atinalıları mevcut yaşamlarından ve değerlerinden uzaklaştırmaya, gerçek ve yeni değerler oluşturmaya yönelik -sonunda kendi hayatına mal olacak kadar büyük- bir teşebbüstür. Onun gözünde insan, bir beden ve bir ruhtan meydana gelen, bir maddi bir de manevi boyutu bulunan, bileşik bir varlık olup, bunlardan insanın varlığına karşılık gelen, onu her ne ise o yapan etken ise ruhtur. Ölümsüz olan ruh karşısında, beden sadece bir araçtır. İnsanı ortaya getiren bu iki ayrı bileşen, Sokrates'e göre, iki ayrı değer türünün ortaya çıkışına sebep olur. Gerçekten var

Felsefe (1) - Platon ve Mağara Alegorisi

Şüphesiz ki Platon günümüze kadar gelmiş geçmiş en önemli filozoflardandır. Toplum ve devlet düzenini eleştirdiği ‘’Devlet ‘’ adlı kitabının 7. Bölümünde Mağara benzetmesiyle toplumu eleştirmiştir.Tabii bu benzetmesi günümüzde de hala geçerlidir ve birçok alanda toplumu aydınlatmaya ve yol göstermeye devam etmektedir. Biz de ‘’topluma eğitimin etkisini ve doğamızın eksikliğini’’ bu alegoriyle anlatmaya çalışacağız... Şimdi mağaranın içinde tutsak,mağaraya zincirlenmiş, dış dünyadan habersiz ve nerde olduğunu göremeyen bir insan topluluğu hayal edelim. Aynı zamanda içerde doğal ışık yoktur,duvarları rutubetli ve oldukça karanlıktır. Bu insanların görebildikleri şey sadece mağaranın duvarları ve dışarıdan yansıyan gölgelerdir. Mağaranın içindeki insanlar, dış dünyadan yansıyan gölgelerin( hayvan, insan,bitki vb.) oldukça büyüleyici olduğunu düşünürler ve doğal olarak bundan   etkilenirler. Gölgelere kendilerini o kadar kaptırırlar ki gerçek olduklarını düşünmeye başlarlar. Eğer bun