Şu an yaşadığım zaman dilimi, bir zamanlar benim için belki
de hayalini kurmuş olduğum veya planlamış olduğum bir gelecekten ibaretti. Fakat,
ben bu satırları yazarken bir anda geçmişe dönüştü. Yani az önce yaşadığım ‘şimdiki’
zaman dilimi, aynı zamanda hem gelecek hem de geçmiş olmuş oldu aslında. Geçmiş,
gelecek ve şimdi kavramlarının bize gösterdiği olgu ise; elbette birbirlerinden
ayrı düşünülemeyecek olduklarıdır. Zaman dediğimiz kavramı algılamaya da burada
başlıyoruz. Hayallerimizin ve hatıralarımızın arasında sıkıştığımızda, zamanın bu
döngüsünün farkına varmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Zaman algısı, peşimizi
asla bırakmıyor.
Zaman, çağlara, yıllara, aylara, günlere, saatlere ve
dakikalara bölünebilir. Saniyeler ve saniyelerin kendilerine bölündükleri şeyler
de bölünebilir. Bölme işlemi, sonsuz sayıda an içinde an belirleyip bölünebilir.
Mevcut an olarak düşündüğümüz ‘şimdi’, sadece ideal bir noktadır. Şimdiye asla
erişilemez, çünkü onu ne kadar ince dilimlere ayırırsak ayıralım; daha ince bir
dilimi ayırmak her zaman mümkün olacaktır. Aslında herhangi bir ‘şimdi’ mevcut
olan bir şey değildir; sadece bir tabirden ibarettir.
Diğer bir taraftan, zaman sonsuza kadar uzatılabilir. Geçmişi
ne kadar derinlemesine kazarsak kazalım, ondan önce gelen bir anı daima
tasavvur edebiliriz. Big Bang’in kaynağı olan şeyden önce hiçbir şey olmayabilir
ama zaman vardı. Bing Bang’den önce de bir an vardı; patlayan şeyin varlığa
gelmesinden önce de bir an ve bu andan önce de bir an vardı. Saniyeler, günler
ve çağlar -onlarda açıklanacak hiçbir şey olmasa bile- bir tek sessizliği açığa
çıkardı. Üstelik geçmiş için geçerli olan, benzer biçimde gelecek için de geçerlidir.
Tasarladığımız gelecek ne kadar uzak olursa olsun; ondan sonraki bir anı daima
düşünebiliriz: Zamanın öteki ucundaki öteki ucundaki sessizlik.
Bergson ve Zaman Kavrayışı
Bergson, zaman kavrayışını ‘mekansallaştırılmış’ kavrayış
olarak adlandırır. Bu kavrayış uzamın karakterini taşır; sonsuz uzak noktadan,
sonsuz uzak noktaya uzanan bir çizgi… İdeal noktalar olsa da; bu çizgiyi işgal
eden anların hepsi birbirinden ayrıktır. Tıpkı mekandaki nesnelere benzerler;
ancak birbirlerine ne kadar yaklaşsalar da asla çakışmazlar. Aynı mekan ve
zamanda iki nesne ya da iki an olamaz. Diğer yandan zaman, kapalı bir kutu
olarak düşünüldüğü için de mekansallaştırılır. Şeyler zamanın içinde meydana gelir.
Zaman meydana gelen bu şeylere göre dışsaldır, her birini kendi momentiyle
işaretler fakat onlar tarafından özümsenemez. Aslında herhangi bir şey
oluşmadan önce (böylesi bir önce mevcut ise eğer) zaman vardı. Her şey
tamamlandıktan sonra da zaman olacak. Bu açıdan zamanın meydana gelen her şeye oranla
aşkın olduğu kanısına varabiliriz.
Bu zaman kavrayışı, zamana ilişkin tek kavrayış değildir. Teknolojik olarak daha az gelişmiş halkların zamanı çoğunlukla döngüsel bir nitelik taşır; tarih tıpkı yılın her bir mevsimi gibi tekrarlar. Modern yaşama alışmış olanlar içinse, en yaygın zaman kavrayışı çizgisel görüştür. Teknolojiye göre bu modern ayrımını yapmamız ise ilk bakışta tuhaf gelebilir. Fakat teknoloji en çok bizi zamanımızla oynamakta ve toplumları ileri-geri götürme yetisine sahip değil midir?
Çizgisel Zaman Kavrayışı
Çizgisel kavrayış; modern yaşama alışmış olanlar için kullanışlıdır. Karşımıza çıkan işlerin çeşitliliğine göre gündelik hayatlarımızı düzenlememize yardımcı olur: Gitar çalmayı öğrenene kadar her gün aynı saatte çalışmak için müsait olacağım ve bu işimi hallettikten sonra diğer işlerimi yapacağım. Disiplin ve önceliklerimiz burada esastır. Çizgisel zaman görüşünde önceliklerimiz, zamanı nasıl kullandığımızın adeta belirleyicisidir.
Bu kavrayış farklı faaliyetlerle meşgul insanlar için de uyum sağlar: Hafta içi her sabah 09.30’da toplantı salonunda toplanılacak ve işe başlanacak.
Bu
kavrayış, aynı zamanda, genellikle ortak tasarılardan ziyade bireysel bir
tasarı olarak görülen hayatlara bir anlatım biçimi de verir: Eskiden hukuk
öğrencisiydim, sonra stajyer avukat, sonra…
Yaşanan zamanda, çizgisel kavrayışta olduğunun aksine, her
an eşit değere sahip değildir. Geleceğin
başrol olduğu bu sahnede geçmiş, şimdi ve gelecek farklı rollere sahiptir.
İnsan varlıkları, tasarılarımız, sevk edildiğimiz istikametler, önümüzde uzanan
planlarla belirlenir. Bakışımızı ileriye yöneltiriz. O halde tıpkı bir kuyrukluyıldızın
kuyruğunu yanında taşıması gibi zamanın başka boyutlarını da yanında taşıyan da
gelecektir. Bu durum geleceğin nasıl yaşanacağı konusunda geçmişin hiçbir
etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Geleceğin nasıl yaşanacağı geçmişle bir
ilişki içerisindedir. Gelecek çoğunlukla
geçmişin bize verdiği istikametle anlaşılır. Deneyimlerimiz sona erdiğinde
basitçe sahneyi terk etmezler; aksine deneyimlerimiz bizimle birlikte gelişir,
bizi belirli istikametlere sevk edip diğerlerinden alıkoyan bir tabakadan tortullaşır.
Kimi gelecekler, geçmişimizin temelinde bize açılır, kimileriyse böyle bir
açıklık taşımaz. Kimi kişisel üsluplar, kendi üsluplarımıza dönüşür; kimiyse
dönüşmez. Geçmiş geleceğe renk katıp rüzgarına kapılarak ona karışır. Gelecek
geçmişin yeniden başladığı, kendi etkilerine kavuştuğu yerdir.
Geçmişte takılı kalmak bir psikolojik hastalık mıdır?
Geleceğin taşıyabileceğinden daha fazla değer taşıyanın
geçmiş olduğu görüşünde olanlar vardır: kendi geçmişinin ötesine geçemeyenler.
Onlara göre gelecek, sadece geçmişleriyle süregelen bir karşılaşmadır.
Toplumumuzda örnek olarak ise; ebeveyninin kaderini yaşayacağını düşünen insanlar
ve geçmişte takılı kalıp sürekli olarak bu tekrar döngüsünde yaşamakta olan
insanlar gösterilebilir. Bu bir psikolojik hastalık belirtisidir; yaşanan zaman
kendisini geleceğe sevk etmeye son vermez, bilakis geleceği geçmişin bir tekrarı
haline getirmek amacıyla onu sakatlar. Başarısızlığa uğrayan tasarılara ilişkin
uğraşlar sürdürülür, eski yaralar acı vermeye devam eder. Ancak psikolojik
hastalık geçmişe imtiyaz tanınması değildir; böylesi bir hastalığı olmayanlar
için de geleceğe doğru hareket eden bir yönelimdir. Hastalık ve normallik
arasındaki fark, ilkine göre geleceğin gerçekleştirilmemiş, genelde
gerçekleştirilemez olan ve geçmiş deneyimlerden kaynaklanan tasarılarla işgal
edilmiş olması ve bu tasarılara ait hedeflerin kaçınılmazlığını baskılamayı
sürdürmesidir.
Çizgisel Zaman Kavrayışı ve Şimdi
Şimdi, gelecekle geçmişin buluştuğu, onların iç içe geçtiği
yerdir. Çizgisel zaman kavrayışı şimdiye belirli bir imtiyaz tanır. Şimdi, idrak
için çok küçük bir süre olsa bile, belirli bir momentte fiilen var olan tek zamansal
noktadır. Şimdi, hakiki zaman biriminin modelidir. Şimdi ideal andır; zaman
denilen çizgiyi oluşturmak amacıyla artık var olmayan ve henüz var olmamış bu
anlara bitiştirilir. Yaşanılan zamanın varoluşsal bakış açısına göre şimdi, ona
karakterini veren geleceğin çekimine ve geçmişin ağırlığına bağlı olmasaydı,
boş olurdu. Şimdi, geleceğin ve geçmişin karakterini belirlemez, onlar
tarafından belirlenir.
Varoluşsal Zaman
20. yüzyıl boyunca bu zaman kavrayışına karşı çıkanlar oldu.
Çizgisel ve mekansallaştırılmış zaman kavrayışı, ilkin filozof Edmund Husserl,
sonrasında Martin Heiddegger ve Jean Paul Sartre tarafından varoluşsal bir zaman
görüşüyle yerinden edildi. Zaman, insan yaşamının dışında var olan kapalı bir
kutu değildir. Bilakis öncelikle yaşanır ve sonrasında çizgisel bir biçim
kazanır.
Çizgisel zaman kavrayışı, zamanı mekansallaştırıp ona ait
anları onun içine yerleştirmek yerine yan yana dizdiğinden, ifadeyi kavramaya
muktedir değildir. Varoluşsal zaman kavrayışı bunu yapmaz. Husserl, Heiddeger
ve Sartre’a göre zamanın boyutları farklı da olsa birbirlerinden uzakta değildir.
Geçmiş, geleceğe düğümlenmiştir, gelecek geçmişi beraberinde taşır, şimdiyse
her ikisinin gerçekleştiği momenttir. Zamanın hiçbir boyutu diğerlerini bünyesinde
barındırmaksızın var olmaz. İfadenin varoluşsal zaman kavrayışında kendisine
bir yuva bulduğu düşünülebilir. Geçmişte başlayan, kendisini şimdi aracılığıyla
gelecekte ifade eder; gelecek, geçmişin bir ifadesine, geçmişi sadece tekrarlamayıp
onu açımlayan ya da kıvıran veya yeniden kıvıran bir ifadeye dönüşür. Varoluşsal
zaman kavramıyla ilgili sorun, ifade kavramıyla ilişkisinde değildir. Varoluşsal
yaklaşım, zamanın insani karakterini vurgular. Zamana öznel açıdan yönelimlidir.
İnsanların tasarıları, amaçları ve özlemleri tarafından belirlenmiş olması,
zamanın bir boyutu olan geleceği ayrıcalıklı kılar. Geleceğimiz tarafından
belirlenen bizizdir. Zamanı bu şekilde sunmak, onu insanların hizmetine sunmaktır.
Varoluşsal felsefe, bireyi hümanist modele hapseder. Aslında
bu durum şaşırtıcı da değildir; varoluşçuluk özünde hümanist bir felsefedir.
Bir yanılgı sonucu da değil, bir tasarı sonucu böyledir. Bir bakıma insan
algılarını ya da insanın dünyaya yönelimini merkeze alan bir ontoloji üretmeye
çalışır. Diğer yaklaşımlarda insanı yok saydığımız anlamına da gelmez bu, varoluşsal
yaklaşımda insan en yüksek mevkiyi işgal eder. Gerçekte ise, insan evrenin
merkezinde değildir.
Son söz
Ara sıra, kendi geçmişime dönüp baktığımda; bir zamanlar yaptığım
şeylere ne kadar uzakta olduğumu fark ediyorum. Ve hatta geçmişime dönüp de bir
bakıp; o zamanki davranışlarımı şimdiki mantığıma sığdıramıyorum. Kendi geçmişimizi analiz etmek gibi
düşünürsek, aslında böylece zamanla ne kadar değiştiğimiz hakkında müthiş bir izlenime
de sahip olabiliyoruz. Aynı şekilde geleceğimizi düşündüğümüzde ise, zamanın
akışıyla karşılaşıyoruz. Geçmişteki kendimiz hakkında konuştuklarımız, bir
zamanlarda bizim için bir şimdiydi. O zamanlar geçmiş oldu ve şimdi de geçmiş
zaman hakkında derinlemesine konuşabiliyoruz. Geçmişte bırakamayacağımız, bizim
için vazgeçilmez olan şeyler belki de şimdi hayatımızda yoklar. O anda bu düşünceye
varamasak da şimdi, dönüp baktığımızda bunları rahatlıkla görebiliyoruz. Peki,
şimdide yaşadıklarımız, sevdiklerimiz, yaptığımız davranışlar, bizim için vazgeçilmez
olanlar hakkında, gelecekte geçmişimize dönüp analiz etmeye kalktığımızda neler
söyleyeceğiz?
Kaynakça: Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?,Todd May, Deleuze Hakkında, Kollektif Kitap, 2017
Yorumlar
Yorum Gönder